Tarih, cesurları sever ama fedakarlara aşıktır ; Tabip Tarık Nusret’in fedakarlığı

Tarih ;  cesurları sever, fedakarlara aşıktır.

Tarihte ‘’ fedakarlık ‘’ denilince akla ilk gelen meslek gurubu hekimlerdir. Bilim uğruna, vatan uğruna, başkaları ölmesin diye, çoğu kere mukaddes canlarını vermişlerdir. İşte şimdi bu kahramanlardan bir tanesi, Hekim Tarık Nusret. Evlatlarından, Allah ( C.C.) için geçen yüce peygamberler vardır, Ali ( yüce ) Devletin bekası için öz oğullarına kıyan Türk sultanları vardır. Bu günkü materyalist mantıkla düşünürsek bu mevzuları asla anlayamayız. O nedenle bu konuyu  başka bir makalede anlatmak üzere ; sizlere Hekim Tarık Nusret’in görev bilincindeki sarsılmaz iradeyi anlatmaya çalışacağım.

Çanakkale savaşı, 7 kat düşmanın bile saygı duyduğu o kutlu savaş, O saygı 109 yıldan beridir devam etmektedir ve kıyamete kadar da devam edecektir.

Bu büyük saygının en büyük ifadesi de : Çanakkale boğazına giriş ve çıkış yapan gemilerde ve kaptanlarında görülür. Gemilerde bilindiği gibi “jurnal” adı verilen bir seyir defteri bulunur. Gemi limandayken ya da seyir halindeyken yaşanan gelişmeler bu jurnal defterine kaydedilir. Geminin rotası, hızı, geldiği ve gideceği liman, vardiya değişimleri gibi bilgiler de jurnale not edilir.

Gemi sığ sulardan ve önemli su yollarından geçerken de jurnal sürekli güncellenir. Örneğin, Cebelitarık Boğazı geçilirken “05.00 Cebelitarık’a girildi.” , “10.00 Cebelitarık geçildi.” gibi saat belirtilerek, durum ve konum yazılır. Aynı durum İstanbul Boğazı’ndan geçerken “10:00 İstanbul Boğazı’na girildi. “13.00 Hisar geçildi.”, “14.00 İstanbul Boğazı geçildi.” gibi sürekli notlar jurnal edilir.

Gelelim Çanakkale Boğazına,  aynı gemiler Çanakkale Boğazı’na geldiklerinde jurnal defterine bunlar yazılmaz. Yedi düvelin, dünyanın en büyük kara ve deniz Orduları ve donanmaları ile, uçakları ile, top ile, tüfekle geçemediği Çanakkale boğazına ‘’ GEÇİLDİ ‘’ yazılmaz. Çanakkale Boğazı seyri tamamlandığında jurnale “12.00 Çanakkale çıkıldı” yazılır. Ya da “12.00 Çanakkale Boğazı Şehitler Abidesi 2 milden selamlandı” şeklinde not düşülür. Çünkü herkes bilir ki bu dünyada her yer geçilir ama; Çanakkale GEÇİLMEZ!

Tam 109 yıl önce bir millet vatan müdafaasında gerçek bir destan yazıyor ve emsali görülmemiş bir fedakârlık örneği sergiliyordu. Türk Milleti top yekün ölmeye hazırdı, vatan sağolsun, ama ya yaralı kınalı kuzular ?

Bu savaş yaralarının ölümden daha beter olan ağrıları nasıl dindirilecekti ? Tek dindirecek ilaç MORFİN’di, o da yeterince yoktu. Cephe gerisine kurulan Sahra Hastanesi’ne her gün getirilen onbinlerce yaralı Mehmetciğin hepsine yetecek morfin yoktu. Sahra çadırlarında adım atacak yer kalmamıştı. Hekimler, sıhhiyeciler, hemşireler günlerdir uykusuz görev yapıyor, sadece yaraları sararak hizmet vermeye çalışıyorlar, tedaviye hepsini alamıyorlardı.

Ellerindeki çok az miktarda bulunan morfini ise sadece kurtarabilecekleri, eğer ki ameliyat edilirse yaşatabilecekleri askerlere saklıyorlar ve onlara kullanıyorlardı. Kurtarılması zor, neredeyse şehadete yürüyecek, hayata dönmesi hatta imkânsız olan askerleri ise çadırın dışında bir alanda topluyorlar, kolu kopmuş, bacağı kesilmiş, iç organları dışarı çıkmış olanları ameliyat edemiyorlardı. Çünkü onlar için çaba göstermek demek, hem hekimlerin zamanını hem de kısıtlı olanakları tüketmek demekti. Amaç eldeki sınırlı olanaklarla, çok sayıda yaralıyı kurtarıp, onları biraz iyileştirerek ‘’ TABURCU ‘’ edip, yeniden TABUR’a – cepheye göndererek, savaşa yeniden katılabilmelerini sağlamaktı. Her eli silah tutan asker çok değerliydi, sayısal olarak eksilmemeleri lazımdı, çünkü savaşın kaç ay veya yıl süreceği bilinemiyordu.

Hekim Tarık Nusret de bu hikayenin binlerce kahramanından biriydi ve görevli olduğu cephede, gelen her yaralıyı sıhhiye çadırının hemen girişindeki derme çatma bir masa üzerinde değerlendiriyor ve işte bu yukarıda bahsedilen ‘’ ümitsiz vaka / umudu var ‘’ ayırımını yapmanın zorluğuyla hayatının en zor günlerini yaşıyor,belki de bir hekimin verebileceği en zor kararları  veriyordu.

Hekim Tarık Nusret ‘’ ümitsiz vaka / umudu var ‘’ ayırımını süratle her vaka için yaptıktan sonra, umutsuz olanları, çok kötü durumda olanları ne yazık ki, sıhhiyecilere çadır dışında bir açık alana götürmelerini söylüyordu. Ayaktan gelenlere ise bu ortamda sağlam muamelesi yapılıyor,  hemşirelerin hafif bir pansumanı ile yatmadan ‘’ TABURCU ‘’ ediliyorlardı.

Bu şekilde ‘’ ümitsiz vaka / umudu var ‘’ ayırımının süratle yapılması, MORFİN sarfiyatını da kontrollü hale getiriyordu. Ameliyat’a ihtiyacı olan ve ameliyat edildiğinde kurtarılabilecek olan yaralı Mehmetcik, hemen bir ağrı kesici – MORFİN iğne yapıldıktan sonra, yanı başında sahra hastanesi imkanlarıyla kurulabilen ameliyathaneye gönderiliyordu. Ama ne var ki ağrı, her asker için geçerli bir durumdu ve ağrı kesiciye herkesin ihtiyacı vardı.

Evet belki 1-2 dakika içinde şehadete yürüyecek ama canı yanıyordu ve acısının dindirilmesi onun da hakkıydı. Ama işte bu ilaç yetersizliği, herkese bu hakkı veremiyordu ve bu tayini ( triaj ) e Hekim Tarık Nusret üstlenmişti. İşte bu yüzden Hekim Tarık Nusret her gelen yaralıya ağrı kesici yapamazdı. Çünkü yukarıda da belirttiğimiz gibi ilaç çok azdı. Dinlenme bilmeyen bir çalışma gösteriyordu hekimler ve sağlıkçılar. Bu önemli kararı duygusal olmadan verebilmek için, Hekim Tarık Nusret, hiçbir hastanın yüzüne, gözlerine bakmıyordu.

Sahra Sıhhıye çadırında hekim bu ayırımı süratle yapsın diye devamlı şekilde önüne yaralı askerler konuluyor, süratle karar veriliyor sonra kaldırılıyor, başka bir asker konuluyordu. Sırada bir sürü asker, hayatlarının bundan sonraki durumuna yön verecek bu tıbbi kararı, yaralı bir vaziyette sedye üzerinde bekliyordu.

Triaj bu şekilde akıp giderken, daha 17’sine gelmemiş, bir bacağı kopmuş, karnından da yaralanmış hatta barsakları  dışarıdan bakınca görülen, çok ağır yaralı bir Mehmetçik konuldu sedye ile hekimin muayene ettiği masasının üstüne.

Hekim Tarık Nusret artık makinalaşmış muayene yöntemiyle derhal yanındaki sıhhiyecilere ümitsiz vaka olarak  “Bu çok ağır yaralı Mehmetçiği de çadır hastanesi dışındaki açık alana götürmelerini” söyledi.

Sıhhiyeler tam sedyeyi kaldıracakken asker inlemeli ve zor duyulabilen son nefesteki bir sesle: “ Baba, baba benim Tahsin ”dedi.

Şimdi herkes kendini Hekim Tarık Nusret’in yerine koysun. Bir baba için ne acı bir imtihan.

Hekim Tarık Nusret,sese döndü, yüzü gözü kan içinde, tanınamaz hale gelmiş mehmetciğin yüzüne bakınca, korktu, oğluydu bu. Seferberlik ile askere alındığından bile haberi yoktu, çünkü aylarca iletişim yoktu. Şaşırdı ama korku ve üzüntü daha ağır basıyordu.

İşte o anda birden toparlandı, görevini hatırladı, oğluna doğru eğilerek ona son bir kez daha sarıldı, gözlerinden yaş geldi.

Fakat bir yandan da triaj için sırada bekleyen yaralı mehmetçikler muayene çadırının önünde  giderek sayıları artıyordu,  zaman çok değerliydi.

Sıhhiye erlerinden birini çağırarak biraz önce verdiği emiri tekrarladı. Bunun üzerine sıhhiye erleri, sedye ile Hekimin oğlu Tahsin’i çadır hastanesi dışındaki açık alana götürdüler. Hekim Tarık Nusret, Morfini oğluna yapmadı. Yapamazdı çünkü biliyordu ki ameliyat edilse bile yaşamazdı, bir müddet sonra oğlunun şehadete yürüyeceğini biliyordu ve daha ihtiyacı olan birine yapmalıydı bu ilacı. Ne kadar acı bir durum… Oğlunun son anlarını acı çekmeden yaşaması için gereken ağrı kesiciyi bile yapmamıştı ona. Biliyordu ki Hekim olarak görevi, elinde az bulunan ağrı kesiciyi hayatta kalabilecek durumda olanlara kullanmaktı. Evladı da olsa vatan her şeyden daha mühimdi.

Tarık Nusret tekrar görevine döndü. Devamlı surette önüne gelen yaralılarla ilgilenmeye devam etti ama aklı da oğlundaydı. Aradan biraz zaman geçtikten sonra Tarık Nusret, görevi bir başka hekim arkadaşına devrederek, hemen oğlunun yanına koştu. Geç kalmıştı, oğlu Tahsin şehit olmuş, yatıyordu.

Hekim Tarık Nusret oğlunun şehit vücuduna içine sokarcasına sıkı sıkıya sarılıp, yüksek sesle ağlamaya başladı.

İşte bu hikaye ; önce vatan için hekim ve baba’nın kahramanlık, fedakarlık dolu yaşanmış ve gerçek bir hikayesi.