İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN ( ULU HAKAN ) عبد الحميد (1842-1918)

عبد الحميد   Değerini hiç bilemediğimiz

Ulu Hakan Osmanlı padişahı ( Saltanat yılları : 33 yıl, 1876-1909).

Babası Osmanlı sultanı  Abdülmecid Han , annesi Tîrimüjgân hanfendi’dir, 1842 yılının sonbaharında dünyaya geldi. On bir yaşında annesini kaybetti. Çok iyi bir eğitim aldı. Aslında başta taht için uzak bir namzetti ve bu nedenle saray muhiti de kendisine pek ilgi göstermedi. Abdülhamit’in zekâsı ve politik kabiliyeti , amcası Abdülaziz Han’ın ona daha fazla ilgi göstermesine neden oldu ve hatta Mısır ve Avrupa seyahatlerine onu da götürdü. 

Devleti Meşrutiyet ile yönetmek isteyen ve bu amaçla Abdülaziz ile V. Murad’ı tahttan indiren Mithat Paşa ( Abdülaziz’in ölümünden bizzat sorumlu hain bir paşadır ) , etrafta sultan kalmayınca istemeye istemeye  II. Abdülhamid’i ” kolay lokma olarak ” başa geçirdiler, böylece  1876 yılında İkinci Abdülhamit Han tahta çıktı. Bu sırada Abdülaziz devrinde başlayan Balkan devletleri ayaklanmaları ile devlet, en sıkıntılı günlerini yaşıyordu. Avrupa, Osmanlıya yıkıldı yıkılacak gözüyle bakıyordu.

Bu toz duman ortamda tahta geçen Ulu Hakan, halk ve askerle bütünleşti onların önce kalplerini fethetti. Her önemli topluluğun sofrasına oturdu onlarla birlikte yemek yedi, askerler, ulema gibi. Halk içinde camilerde namaz kıldı. Böylece hem Ordu, hem ulema sınıfı hem de halk Ulu Hakan’ı bağrına bastı. Ordu’nun yeniden kendine güveni geldi. Buna rağmen içeriden ve dışarıdan hain ve düşmanlarla cendereye sokulmaya çalışılan Devlet, 1876 yılının son ayında Osmanlı Devleti’nin ilk anayasası olan Kānûn-ı Esâsî ‘yi ilân etti. Bu esnada sadrazam Mithat Paşa idi, devletten ziyade menfaatini daha çok düşünmesi nedeniyle bir yıl sonra görevinden azledildi. II. Abdülhamid Han, Kānûn-ı Esâsî’yi hazırlayan  Midhat Paşa’yı yurt dışına sürmüştü ama meşrutiyetten yine de vazgeçmedi. Seçim de yapılacaktı.

İkinci Abdülhamid Han, tam bir Türk milliyetçisiydi. Bu yüzden tüm dünyadaki Türkler’le yakından ilgilendi. Buharalı büyük Türk âlimi Şeyh Süleyman Efendi’yi bu amaçla görevlendridi. Süleyman Efendi’yi Türkler ve Türkmenler’le temas etmek üzere resmî vazife ile Orta Asya’ya gönderdi. Peşte’de toplanan Turan Kongresi’nde de padişahı yine Süleyman Efendi temsil etti. Azerbaycan’da Türkçe öğretimini yasaklayan İran şahını tehdit etti ve  Türkçe’nin yeniden öğretim dili olmasını sağladı. Öte yandan Söğüt’ü imar etti; buradaki Osmanlı Devleti’nin kurucuları Türk büyüklerinin türbe ve mezarlarını tamir ettirdi. Bölgede yaşayan ve kendisinin “öz hemşerilerim” dediği Karakeçili aşiretinden iki yüz kişilik bir Söğütlü Muhafız Bölüğü kurdu. Anadolu’nun Türk’ün son sığınağı olduğuna inanmaktaydı.

Ulu Hakan 1877’de meclisi bizzat kendisi açtı. Bu ilk Türk parlamentosunun %40’ı gayri müslümlerden oluşuyordu ve Ulu Hakan bundan çok rahatsızdı. Bir yandan başını İngiltere’nin çektiği avrupa devletleri, Osmanlı Devletine her fırsatta ağır hükümler öne sürerek geliyorlardı. Ulu Hakan, her zaman bu hüküm ve dayatmaları ilk Türk parlementosunda red ettiriyordu. Bunu fırsat bilen Rusya, 1877’de Osmanlı Devleti’ne resmen savaş ilân etti. Romenler, Sırplar, Karadağlılar ve Bulgarlar Rusya’nın yanında yer aldılar. Malî ve askerî açıdan da son derece kötü durumda olan Osmanlı Devleti dışarıdan da yardım alamadı. Ne yazık ki Plevne’de Dünyaya kahramanlık destanı miras bırakan Gazi Osman Paşa, doğuda ise Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın fevkalâde başarıları da olmasına rağmen savaşın, Rusların hakimiyetinde sürmesine engel olamadılar. Balkanlarda  binlerce müslüman-Türk muhacir İstanbul’a göç etti. Meclis’te de iç siyasi çekişmeler, entrikalar, karışıklıktan nemalanan gruplar kendilerini iyice göstermeye başlamıştı. Meclis içinde bile Ermeniler ayrı, Rumlar ayrı, gayri müslümler ayaklanma başlatmıştı. Ülkede tam bir kargaşa vardı. Ruslar 1878’de Edirne’ye kadar geldiler. Payitaht tehlikeye girmişti. Tam bu esnada Ulu Hakan ilk stratejisini yaptı ve 1878’de meclisi süresiz tatil etti. Ardından ipleri eline aldı ve Ruslar’ın istanbul’u almasına bir adım kala 1878’de Edirne’de Ruslarla Ayastefanos ( yeşilköy ) anlaşmasını yaptı savaşı bitirdi. Ulu Hakan muazzam bir taktikle Ruslarla İngilizleri birbirine düşürmüş, Osmanlı Devletini aradan çekmişti. Çünkü  İngiltere, Paris Antlaşması’nı ihlâl ettiği iddiasıyla Ayastefanos Antlaşması’nın kabul etmiyordu. İngiltere yeni bir hamle yaparak Ruslarla anlaştı ve Kıbrıs’ın kendilerine bırakılmasını talep etti. İngiltere mevcut hükümet ile işbirliği yaparak, Ulu Hakan’a rağmen kıbrıs’a el koydu ( 1878 ). Ulu hakan, askeri durumdaki yetersizliğ bildiği için, buna direnemedi ama, padişah Kıbrıs’ta hükümranlık haklarına asla zarar verilmeyeceği konusunda İngilizler’den bir belge almak suretiyle antlaşmayı onayladı.

Osmanlı diplomasisi İngiltere’nin Berlin Kongresi’nde vaad ettiği destek uğruna Kıbrıs’ı elden çıkarmıştı. Sultan Abdülhamid ise Berlin Konferansı’nın Osmanlı Devleti’ni masa başında taksim etmek üzere toplandığına inanıyor, eğer tâviz verilecekse mutlaka karşılığının alınmasını istiyordu.  Ama mevcut hükümet onu dinlemedi. İngiltere’nin Osmanlıyı parçalama teşebbüsleriyle Bosna-Hersek’in yönetimi Avusturya’ya bırakıldı. Fransa 1881’de Tunus’a el koydu, 1882’de de İngiltere Mısır’a sudan bahanelerle el koydu. Bulgarlar da 1885’te Doğu Rumeli’yi kana buladılar. Artık avrupa gerçek yüzünü gösteriyor, ayak bastığı her yere kan, tecavüz, sömürü düzeni getiriyordu. Olayların bu noktaya gelmesinde elbette eli kolu bağlanmış  II. Abdülhamid’in sorumluluğu yoktu. Devletin bürokratları kokuşmuş vaziyette kendi menfaatlerini her şeyin üstünde tutuyorlardı. Abdülhamid yalnızdı.  İngiltere gibi Türk’e her zaman düşman devletlerin çeşitli şekillerde Osmanlı devlet adamlarını rüşvetle elde ederek politikalarını bu yolla yürütmeleri, padişahı aşırı tedbirli olmaya sevketti. Şüpheciliği çok artmıştı, çünkü her tarafı hainlerle doluydu. Ulu Hakan, güvendiği paşaları ile Devleti yıldız sarayından idare etmeye başladı.Çünkü Ali Suavi dene hainin, birinci Çırağan saray baskını ( 1878 ) ve ikinci Çırağan sarayı baskınları, padişahı iyice şüpheci hale getirmişti. O devletin geleceği için endişeliydi, şüpheciydi. Bu amaçla dünyanın en büyük hafiye teşkilatını kurdu, Devletin menfaatini her şeyin üstünde tuttu ve bu amaçla ülke içinde sert politikalar uygulamak zorunda kaldı.

Amcasının ölümünden bizzat sorumlu Mithat paşa ve arkadaşlarından, intikamını onları önce mahkemede yargılattı, ölüm cezası verdirdi sonra müebbet hapis  verdirerek intikamını aldı. Ulu Hakan, yavaş yavaş güçleniyordu. Avrupa’da yapılan kendisini ve Devleti yıpratmaya yönelik bölücü yayın faaliyetlerine karşı ülkede sıkı bir sansür uyguladı. Amacı , yeniden özlenen günlere dönebilmek için, toparlanmak lazımdı, hiçbir olumsuz haber olmamalıydı, zamana ihtiyaç vardı. Çok derin bir siyaset uyguluyordu, savaşlardan kaçınıyor ama bir aslan gibi heybetli de görünmeye çalışıyordu. Devlet makamında tasarruf yapıyor, lüks için 1 kuruş fazla para harcatmıyordu. Saray’ın masraflarını yok denecek kadar az bir seviyeye getirdi. Sade ve mütevazi bir hayat yaşadı. Bu yaşam tarzı, ona devletin artık ödenemez hale gelmiş çok yüksek  önceki dış borçlarını da ödemek  konusunda da yardımcı oldu. Çünkü dış güçlere dayanabilmek için önce bu dış borç yükünden kurtulmak gerekiyordu.

Borcunu hemen isteyen aksi takdirde ülkenin topraklarına göz diken avrupalı devletlerle 1881’de yeni bir anlaşma  imzaladı. Bu anlaşma sonucu Muharrem Kararnamesini yürürlüğe girdi. Böylece istemeye istemeye avrupalı alacaklı  ülkelere belli devlet gelirlerini toplamak üzere Düyûn-ı Umûmiyye’yi kurma imtiyazı tanındı. Başlangıçta sıkıntılı olsa da, zamanla borçlar ödendikçe Osmanlı Devleti’nin Batılı devletler arasındaki itibarı da gücü de arttı. Borçlar tam temizlenemese de hafifletildi. Yetmediği yerlerde memleketin yer altı ve yer üstü kaynaklarının işletme hakları alacaklı avrupa devletlerine bırakıldı. Ama bu sefer de burada Abdülhamid han’ın ince siyaseti ile ganimeti paylaşmada, avrupa devletlerini birbirine düşürdü. Ülkeye demiryolu ağını döşemeyi ( 1888 ) Almanlar,büyük rekabet sonrası alabildiler. Abdülhamid Han artık tüm avrupanın kabul ettiği dış politika dahisidir. Abdülhamid Han, Avrupa devletlerinin Türkiye üzerinde birbiriyle çelişen çıkar ve ihtiraslarından faydalanarak onlara masada yenilgiyi tattırırdı. Abdülhamid Han  dış siyasette böylesine etkili olabilmek için elbette bunun alt yapısını da önceden hazırlamıştı. Avrupa’dan devamlı bilgi akıyordu kendisine ve bunları , dünyadaki politik gelişmeleri yakından takip etmek üzere sarayda  bilgi akış ve değerlendirme merkezi kurdurmuştu. İngiltere düşmanına karşı, Rusya ile iyi ilişkiler içinde göründü, onları birbiri ile rekabet ettirdi. Kuzey afrika’da İngiltere ve fransayı hatta italya’yı  birbirine düşürdü. Berlin anlaşmasında ( 1878 ) Balkan devletlerinin Osmanlıya karşı tesis edilen birlikteliklerini engellemek için, aralarındaki ihtilaflardan yaralandı.

Abdülhamid Han’ın bir gücü daha vardı ; Tüm dünyadaki Müslüman tebaa. Çünkü o Halifeydi. İngilizler hilafetin yıkılması için tüm arabistan ve orta doğuya hatta kuzey afrika’ya ajanlarını gönderdiler. Halifenin Kureyş soyundan gelmesini, özellikle araplara yedirmeye çalışıyorlardı, sonuç itibariyle de başardılar da.

Abdülhamid Halifelik sıfatını Osmanlı padişahları arasında en çok kullanandır. Bu güçle, Güney Afrika ve Japonya, Çin gibi uzak ülkelere din âlimleri gönderdi, İslâmiyet’in oralarda da yaydı. Hatta Çin’de Pekin’de Abdülhamid adına bir İslâm üniversitesi açıldı ve kapısında Türk bayrağı dalgalandı. Bu, bugün bile yapılamayacak büyük bir propaganda idi. Şam’dan Mekke’ye kadar uzanan Hicaz demiryolunu inşa ettirdi.

Bu çalışmaları, korku ve panikle takip eden avrupa devletleri,  bunu “İslâmiyet yeniden hortluyor” şeklinde değerlendirdi. Bu müslümanların birleşmesi, avrupa ‘nın sömürge düzenine karşı bir tehlikeydi. Bunu  bertaraf etmek için, her zaman olduğu gibi yine yalan ve iftiraya sarılan avrupa devletleri, gayri müslimlere eşit muamele yapılmadığı iftirasıyla Osmanlı Devleti üzerindeki baskılarını arttırdılar. Abdülhamit üzerine özellikle Ermeni devleti kurulması için gelen avrupa devletleri, Ulu Hakan’ın akıllı direnişi ile bu konuda hiçbir taviz verilmedi.

Abdülhamid’in hayatı pahasına direttiği bir başka mesele de, başarıya ulaştığı  Filistin meselesi idi. Dünyadaki tüm Siyonistler, Filistin’de bir yahudi devleti kurulması için Abdülhamid’e başvurdular ve Osmanlı maliyesinin en büyük problemi olan dış borçların bir kalemde silineceğini söylediler. Abdülhamid Han tüm gücüyle bu ahlaksız ve din düşmanı teklife karşı çıktı hatta  yahudilerin Filistin’e gidip yerleşmelerine engel olacak birçok tedbir de aldı.

Abdülhamid yapabileceği hamlenin en iyisi olan izlediği  panislâmist politika ile  İngiltere’nin Arabistan’da casuslarla yaptığı  tahribata engel olduysa da, para olmayınca güç bir yere kadar oluyordu. Osmanlı devletinin mali gücü artık bu savaşlara yetmiyordu. Bu yüzden 1890’larda istemese de Almanlar’a yaklaşmak zorunda kaldı, Çünkü Almanya diğer avrupa devletleri gibi müslüman toplumları ve devletleri işgal etmiyordu ve Ermeni meselesi konusunda Osmanlı devletinden yana tavır koyuyordu. Ayrıca Alman imparatoru  İkinci Wilhelm tam bir Türk dostuydu, ama Türkleri Orta doğu kapısı olarak görüyor, amacı ticari kazanımlar elde etmekti.

Abdülhamid’in esas maksadı zaman kazanmak ve bu zaman zarfında devleti iktisaden kalkındıracak gerekli reformları yapmaktı. Kazanılan her zaman diliminde devlet için faydalı müesseseler açıldı. Eğitim alanında :  Mekteb-i Mülkiyye ( Üst düzey Kamu memuru üniversitesi ), Mekteb-i Hukuk, Sanâyi-i Nefîse Mektebi ( Güzel sanatlar ), Hendese-i Mülkiyye ( Mühendis üniversitesi ), Dârülmuallimîn-i Âliye, Maliye Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Âlîsi, deniz ticareti, orman ve maâdin, lisan, dilsiz ve âmâ mektepleriyle Dârülmuallimât ve kız sanayi mektepleri, fen ve edebiyat fakültelerinden oluşan Dârülfünun ( ÜNİVERSİTE ) hep Abdülhamid döneminde açılmıştır. Bu yüksek okullara öğrenci yetiştirmek üzere ilk ve orta öğretimde de ülkede batı tarzındaki ilk ve orta tahsil kurulmuştur.

Abdülhamid bütün vilâyetlerle sancakların çoğunda rüşdiyeler ( orta okul )açtırdı. İstanbul’da 6 adet  idâdî ( Lise ) açtırdı. İbtidâî ( ilk okul ) okulları ise köylere kadar yaydı. Rüşdiyelerden itibaren yabancı dil öğretimi mecburi tutuldu. Tüm Ülkenin kültür seviyesini yükseltti, Müze-i Hümâyun (Eski Eserler Müzesi), Askerî Müze, Bayezid Kütüphâne-i Umûmîsi, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi gibi kültür müesseselerini de kurmuştur.

Abdülhamid , İstanbul ve çeşitli şehirlerinin fotoğraflarını çektirdi ve bir albümde toplattı ( Görmek isteyenler için : İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde ). Tıp alanında büyük adımlar atıldı. Tıbbiye’de öğretim dilini Fransızca’dan Türkçe’ye çevrildi. Haydarpaşa Tıbbiyesi ‘ni Abdülhamid yaptırdı. Şişli Etfal Hastahanesi ‘ni kendi şahsi parasıyla yaptırdı, halkına hediye etti. Dârülaceze’nin çoğu masrafını kendi şahsi parasından karşılardı. 

Ülkede ilk meslek odaları yine Abdülhamid zamanında açıldı ( ticaret, ziraat ve sanayi odaları ). İmar ve bayındırlıkta en önemli gelişmeler yine bu devirde oldu. Demiryolları ağları, şose yollarla (  taş kırıkları üzerine kum dökülerek yapılan karayolu ) Ülke’de ulaşım rahatladı. Şehirlerde atlı ve elektrikli tramvaylar kurdurdu. Limanlar düzenlendi. Telgraf hatları yaygınlaştı. Ziraat bankasını 1888’de kurdu, çiftçileri destekledi. Ülkede çeşitli fabrikalar ( yıldız çini fabrikası gibi ) kuruldu. Askeri okullar açıldı. Türk askeri ve polis teşkilatı modernize edildi. Memurlar için emekli sandığı kuruldu.

Abdülhamit Han ülkeyi ayakta tutmaya çalıştıkça dış güçler de var güçleriyle daha çok yükleniyorlar, içeriden yandaşlar edinmeye çalışıyorlar, bunlardan en ünlüsü İttihat ve Terakkî Komitesi’ni alabildiğince kullanıyorlar hatta buna bölücü grupları da ekleyip daha büyük şer odakları üretiyorlardı. Sözde Türk aydınları ( !! ), Ermeni, Rum, Bulgar ve Arap gibi çeşitli unsurlara mensup komitacılarla “ittihâd-ı anâsır” fikri etrafında birleşip, Abdülhamit Han’ı devirmek için topyekün saldırıyorlardı. Bu arada Ordu içinde de bu şer odağına destek veren subaylar vardı.  Makedonya’da bir araya gelmiş olan bazı Türk subayları padişahı Kānûn-ı Esâsî’yi ilân etmeye zorladılar. II. Abdülhamid de askerin birbirini kırmasından çekindiği için 1908’de anayasayı tekrar yürürlüğe koyduğunu ilân etti. II. Meşrutiyet adı verilen bu olay, koca Türk  imparatorluğunun dağılmasını daha da hızlandırdı. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, 1908’de Bosna-Hersek’i işgal etti. Bulgaristan bağımsızlığını ilân etti. Girit, Yunanistan ile birleştiğini açıkladı.

II. Meşrutiyet’in ilk seçimleri Türkler’le Türk olmayanların mücadelesi olacaktı. Artık Devlet çatırdamıştı. Dış devletler, kan kokusu almış sırtlanlar gibi bu işlere daha da çok müdahil oldular. Artık malesef Türk cephesini, ordu menşeyli  İttihat ve Terakkî Komitesi ile Ahrar Fırkası ( Özgürlükçüler, Hürler ) temsil etti. Bir başka temsil isteği de , Fener Patrikhânesi’nin tâlimatı ile hareket eden Rumlar tarafından geldi. Abdülhamitin istemeye istemeye 1908’de açtığı mecliste Türk mebuslarının sayısı diğer unsurlardan azdı. Bundan sonrası hainlerin sahneye çıkışı ile koca bir imparatorluğun parçalanışı olacaktı.

Halk arasında İttihatçılar’ın mason olduğu bilgisi,  ülkede bu sefer de muhalefet olarak İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti kurulmasına neden oldu. İşte bu iki muhalif grup  İstanbul’da büyük bir ayaklanma patlak vermesine neden oldu. Eski takvime göre 31 Mart’ta meydana gelen ve OTUZBİR MART VAK’ASI ( Eski takvimle 31 mart 1325 =  13 Nisan 1909 ) olarak bilinen bu olayda : 13 gün süren ayaklanmada çok kanlı olaylar olmuştur. Yönetime karşı bir ayaklanmanın kanlı bastırılışıdır. Askeri bir isyan olarak başlamışken, olaya gerçek dindar kesim ile alakası olmayan din tüccarlarının katılıyla bambaşka bir hal almıştır. İlk 7 gün isyancı askerler İstanbul’a hakim olmuştur. Hükümet istifa etmiştir. Harekat Ordusu daha sonra olaya el koymuş, isyanı bastırmıştır. Fırsat bu fırsat ikinci Abdülhamid Han taht’tan indirildi. Yerine V. Mehmet Reşat taht’a çıkarıldı. Aslında  II. Abdülhamid, isteseydi yine taht’ta kalabilirdi ama istemedi. Kendisine sadık olan Birinci Ordu ile, Hareket Ordusu’na karşı koyabilir ve başarılı da olabilirdi. Ama müslümanların halifesi olarak, müslümanı müslümana kırdırmak istemedi. Bu kadarla da kalmayıp Topçu feriği Hurşid Paşa ile Dersvekili Hâlis Efendi’yi Hareket Ordusu’na göndererek meşrutiyetin korunduğunu bildirdi. Birinci Ordu kumandanına da Hareket Ordusu’na karşı koymamaları konusunda askere yemin ettirmesi tâlimatını verdi. Hareket Ordusu da ancak bu garantilerden sonra İstanbula girebildi ve şehre hakim olabildi. Şehre giren harekat ordusu darağacında suçlular yanında bir çok masumu da astı. İttihat ve Terakkî de hâkimiyetini devam ettirmek için İstanbul’da çok baskıcı bir hava estirdi. Özgürlük için gelenler zalimlik için gelmişlerdi.

Ulu Hakan II. Abdülhamid’in taht’tan indirilmesine karar veren Meclis, asayiş sağlandıktan sonra istanbul’a dönerek, Taht’tan indirme  fetvasının ilk taslağını  sarıklı mebuslardan Elmalılı Hamdi Efendi [Yazır] yazdırdı. Malesef Fetvada Abdülhamid’e, icraatı ile bağdaşmayan asılsız ve mesnetsiz iddialarda bulunuluyordu. Nitekim fetvayı imzalamak üzere meclise davet edilen Fetva Emini Hacı Nûri Efendi bu fetvayı okuduktan sonra imzalamaktan çekindi. Sebebi kendisine sorulduğunda da fetvada padişaha isnat edilen üç önemli suçu Abdülhamid’in işlediği kanaatinde olmadığını söyledi. Bunlar, Otuzbir Mart Vak‘ası’na sebep olmak, dinî kitapları tahrif ettirmek ve yakmak, devlet hazinesini israf etmekti. Son derece dürüst ve metin bir kimse olan Nûri Efendi, Abdülhamid’e saltanattan feragat etmesi teklifinde bulunulmasının daha doğru olacağını ileri sürdü. Fakat her devirde zorbaların maşası olanlar vardır ve bu fetvayı da sözde Şeyhülislâm Ziyâeddin Efendi imzaladı .

Aslında Meclis başkanı olanı Said Paşayedi defa sadrazamlığını yaptığı  Abdülhamid’in otuz üç yıllık icraatından onun kadar sorumlu olduğunu göz ardı ederek ,  Ulu Hakan’a karşı haince düşmanlıkta sınır tanımıyordu. İhanet her türlü şekle bürünmüştü.

İşin daha da acısı : Meclisin taht’tan indirme  kararını Ulu Hakan’a  tebliğ etmek üzere seçilen heyet tam bir hain teşkilatıydı. Bu hain ekip istanbuldaki kan emici kodamanlardan Ermeni Aram, Bahriye Tüm generali Laz Ârif Hikmet, Selânik mebusu Yahudi  Emanuel Karasu ve Draç mebusu Arnavut Esad Toptani’den oluşmaktaydı. Sultan Abdülhamid , Hareket Ordusu’nun artık diktatörce davranan kumandanı Mahmud Şevket Paşa tarafından Selânik’e sürgüne gönderildi. Selanik’deki muhafızı Binbaşı Fethi Bey ( Okyar) ‘di.

Abdülhamid, Selânik’te Alâtini Köşkü’ne yerleştirildi. Marangozluk ve demircilik orda da hobisi olacaktı.

Abdülhamid saltanatta iken çok önemli bir ilmi siyaset yapmıştı ve balkanları bir arada tutabilmişti. Bu siyaset : Bulgar kilisesinin Rum Patrikhânesi’nden ayrılmasını desteklemiş, ayrıldıktan sonra da Balkan devletleri arasında devam eden kilise mallarının paylaşılması konusundaki düşmanca anlaşmazlıktan faydalanmış ve bunların Osmanlılar’a karşı ittifak oluşturmalarına engel olmuştu. Bu gerçekten muazzam bir taktikdi. Fakat dış güçlere hizmet eden kukla ittihat ve Terrakki ,  1911’de çıkardığı  bir kanunla, kilise ve mekteplerin pay edilmesini sağladı, böylece aralarındaki ihtilâf kalktı ve Balkan milletleri, Osmanlı Devleti’ne karşı birleşerek 1912’de Balkan savaşlarını başlattılar. Ulu Hakan gerçekten bizim neslimizce tam anlaşılmamış bir abidedir.

Selanik’de sürgünde kendisine gazete bile verilmeyen  Abdülhamid, düşmanın Selânik’e yaklaşması üzerine İstanbul’a nakledilmesine karar verildi. Selânik’ten ayrılmak istemeyen Abdülhamid “Ben de bir silâh alır, askerle birlikte memleketimi müdafaa ederim; ölürsem şehid olurum” demiş ve devleti bu duruma düşürenlere beddua etti. İstemeye istemeye Selanik’den ayrıldı ve 1912’de İstanbuldaki kalorifer tesisatı olmayan Beylerbeyi sarayına yerleştirldi ve vefat edene kadar burada ikamet etti.

Birinci  Dünya Savaşı’na Almanya ve Avusturya’nın yanında giren Osmanlı Hükümeti, zaman zaman  Talat ve Enver paşalar, İshak Paşa’yı Beylerbeyi Sarayı’na göndererek Abdülhamid’in dehasından, düşüncelerinden ve tecrübelerinden faydalanmak istediler. Siyaset dehası, devrik ve esaret altındaki  padişah, artık kendisinde onlara verebileceği hiçbir akıl olmadığını , çünkü çok büyük yanlış yapılarak, devletin savaşa sokulduğunu üstelik de Almanya yanında savaşa girmenin  daha da  yanlış olduğunu, çünkü bize karşı savaşan devletlerin, dünya denizlerine de hâkim devletler olduğunu belirtti. Oysa bizim birlikte yan yana savaşa girdiğimiz kara devleti Almanya ve Avusturya‘nın  savaşı kaybetmeye mahkum olduğunu söyledi. Abdülhamid ‘in  ne denli kıymeti bir Devlet adamı olduğu artık anlaşılmıştı ama artık zaman geri getirilemezdi. Abdülhamit taht’ta iken aleyhinde zehir zemberek yazılar yazan, iftira dahi atan pek çok aydın, yaptığı hatayı anlamış,  onun lehinde yazılar yazmaya başlamıştı ama ne fayda.

Ulu Hakan 10 Şubat 1918 Pazar günü hayata gözlerini yummuştur.  Sultan Reşad’ın iradesiyle, ölümünün ertesi günü padişahlara mahsus muazzam bir törenle Divanyolu’ndaki II. Mahmud Türbesi’ne defnedildi.

Sultan Abdülhamid, Osmanlı ailesinin bütün özelliklerini taşımaktaydı. İri burunlu, Cesur bir padişahtı.  Asla alkol kullanmaz, her türlü sefahatten uzak durur, sade ve mütevazi bir hayat yaşardı. Etrafını hainlerin çevirmesi onun her olaya şüphe ile bakmasına neden olmuştur. Yürürken ve otururken biraz öne doğru meylederdi. Kalın bir sesi vardı; çok dinler, az konuşurdu. Çok saygılıydı. Çok zekiydi. Hafızası çok kuvvetli idi. Anne ve babasının veremden ölmüş olmaları, ona temkinli hareket etme karakterini kazandırmıştı. Abdülhamit Han,  kılıç ve tabanca kullanmakta usta idi. Batı müziğinden, opera ve tiyatrodan hoşlanırdı. Dindardı, vicdanlıydı, kan dökülsün istemezdi, merhametliydi, yurt dışına kaçan veya sürgüne gönderilen siyasî muhaliflerine dahi maaş bağlatacak kadar vicdan sahibiydi..

KAYNAKLAR :
  1. TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 1988 yılında İstanbul’da basılan 1. cildinde, 216-224 numaralı sayfalarda yer almıştır. https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulhamid-ii